Canalblog
Suivre ce blog Administration + Créer mon blog

Vu De Loin

Vu De Loin
Publicité
Vu De Loin
Pages
Archives
26 mai 2014

olmak ya da olamamak

 İçinde yaşadığımız çevreden ve küçük dünyadan kendimizi soyutlamaya çalışıp, biraz daha uzaklara, biraz daha genele bakmaya başladığımızda ilginç şeyler keşfederiz. Gördüklerimiz, genellikle, nerede olursak olalım, aynı şeylerdir, hani uzaydan bakanın koca dünyayı görüp de oturduğu evi ve mahalleyi görememesi gibi.

Dünya kaynaklarının %80'i, dünya nüfusunun %20'si tarafından tüketiliyor. Kalan %80 nüfus da %20 kaynakla idare etmeye çalışıyor. Çok büyük bir olasılıkla bu yazıyı okuyan kişi olarak siz de, bilerek veya bilmeyerek, %20'lik azınlığın içindesiniz, tıpkı benim gibi. İnsanların söylemedikleri, veya bilerek söylemeyi unuttukları ayrıntılar, yakından önemsiz gibi dursa bile, biraz dikkatle bakınca, genellikle söylediklerinden daha önemlidir. Günümüzde siyaset yapanların eşit paylaşımdan söz ettiklerinde, %20'ye seslenerek, kendi paylarına düşeni, yani aslan payını, daha adil paylaşmaktan söz ettiklerini düşünüyorum. Benzer şekilde insani konulara değinirken de kırıntıların kalabalıklara daha adil dağıtılmasını anlatıyorlar, diyorum. Dünyada açlığın ortadan kaldırılması için gereken birkaç milyar dolar bir türlü bulunamazken, 2008 krizinde bankaları kurtarmak için gereken binlerce milyarın bir gecede bulunabilmesi bir rastlantı mıdır ?

 Simone de Beauvoir, Sartre'ın ölümünden sonra yazdığı kitabına buna değinerek başlar. Bugün dünyada onca sefalet her an gözümüzün önüne serilirken yaşamımıza hiçbir şey olmamış gibi devam etmek ve bize sunulan tüketim toplumunun nimetlerinden sınırsız haz almaya devam etmek olası mıdır ? Pekiyi bir yerlerde birileri aç ve yemek bulamıyor diye bizim de ölüm orucuna mı girmemiz gerekir ? Gerçek, yazarın da dediği gibi, bunun arasında bir yerlerde olmalı.
Camus için saçmanın doğduğu yerdir burası. Aklımızın bize belirttiği, olması gereken bir dünya ile duyu organlarımızla algıladığımız dünya arasındaki farktır saçma. Yine Camus'ye göre insan bu “saçma”dan iki yolla kurtulabilir. Algı organlarını ortadan kaldırabilir, fizik intihar, ya da aklınızı ortadan kaldırabilirsiniz, filozofik intihar. İyi ama, intihar etmeden bunun bir çözümü yok mudur ?
Felsefeyle ilgilenmeye başlarsanız, dönüp dolanıp, çağımızın ana sorununa gelirsiniz diye düşünüyorum. “To be or not to be, that is the question”.

 İnsanlar çoğunlukla kendilerini doğrudan ilgilendiren ya da ilgi alanlarına giren sorunları dünyanın merkezindeymiş gibi algılar. Pek çok kişi “ben empati yaparım”, “benden iyi empati yapan olmasın” der demesine, ama gel gör ki, olaylara kendi açısından, kendi penceresinden bakmaya da devam eder. Dünya bizim hacim olarak işgal edebildiğimiz, gidip gelebildiğimiz yerlerle sınırlı değildir. Günümüz iletişim araçları uzaktakilerle de bağ kurmamızı sağlar sağlamasına, ama aynı anda, bir de bakarsınız ki, yakındaki gerçek kişilerden uzaklaştığının ve kendisine “yakın” olanlarla iletişimi kopardığının da farkında olmaz. Hatta kimi zaman uzaktakiyle bir yakınlaşma, yakındakiyle uzaklaşma nedeni olur. İkilemlerin, tutarsızlıkların dört bir yanımızı sardığı bir çağın içindeyiz. Bu çelişkiler denizinde bir denge sağlayabilmek olası mıdır ? Nereden başlamalı ?

 Kişinin yaşami bilinçlenmeyle değişmeye başlar. Bakış açısından dünyanın rengine, davranış biçiminden siyasi görüşüne bir evrimdir bilinçlenme. Uzak sanki daha yakın ve kimi zaman da yakın sanılan epey uzak gelmeye başlar.

 

- Seninle dost olalım mı ?
- Neden benimle dost olmak istiyorsun ?
- Bak şu buğday tarlalarının benim için bir anlamı yok, dünyanın herhangi bir yerindeki buğday tarlalarından hiç farkı yok. Ama seninle dost olursak, rüzgarda sallanan başaklar bana senin sarı saçlarını anımsatacak ve bu buğday tarlaları benim için anlam kazanacak. (St-Exupéry, küçük prens'ten)

Bir yerden başlamamız gerekir.
Belki doğru soruyu sorarak başlamak gerekir. Doğru soru sorulursa yanıt hemen her zaman sorunun içindedir.
Belki de bize gerekli olan buğday tarlalarıdır, anlamı olmayan şeylere bir anlam kazandırabilmektir...

ble

Publicité
Publicité
21 mai 2014

BAŞLARKEN

Başlangıçta İnsan Tanrıyı yarattı ve onu kendi yansıması olarak yarattı.
İnsan Tanrıya çeşitli adlar verdi. İnsanla birlikte dünyanın Efendisi oldu.
Yedi milyonuncu günde İnsan dinlenmeye karar verdi ve Tanrıya yaslandı. Bunun kendisine iyi geldiğini gördü.
Ve İnsan toz topraktan bir Kul yarattı, ve bu türden kendisine benzeyen sayısız örnekler türetti.
Bu degersiz insancıkları boşluğa fırlattı, kimileri yakıldı, kimileri benzerlerinden uzağa sürüldü.
Ve sonunda İnsan kendi yarattığı Tanrı oldu, mucizeleriyle kanun oldu.
Bütün bunlar olurken, başlangıçta kendi Tanrısını yaratmasını saglayan ruh, bütün insanların özünde varolmaya devam etti, hatta Kullarda bile.
Ve insan bunu hiç fark edemedi.
Ama İsa aşkına. görmesinin zamanı gelse artık !

(Aqualung - 1971)

 

Her yazının bir öyküsü vardır.
Her öykü insanla başlar.
Çok zaman öykünün nerede, nasıl, ne zaman başlayacağına karar veren kendisi değildir. Kimin karar verdiği de zaten önemsiz bir ayrıntıdır, önemli olan başlamış olmasıdır. Kendini öykünün içinde bulur.

Nereye gider ? Bilinmez.
Nasıl gelişir ? Bilinmez.
Kahramanı kimdir ? Kim yönetir ? Bilinmez.
Ne zaman, nerede, nasıl biter ? Bilinmez.
Çok bilinmeyenli bir denklemdir yazı. Bilinen tek şey ise bir gün, bir yerde, bir şekilde biteceğidir.
Başlayan her şey bir gün biter.

Sartre için yazmak, ateş etmeye benzer. Ateş ediyorsa insan, bir hedefe ateş etmesi gerekir.
Hedefi tutturabilir mi ? Bilinmez.

Birileri yazar, birileri okur, birileri öykünün içindedir, birilerine bir şeyler söyler, birilerine çok şey anlatır, birileri sever, birileri sevmez.
Öykü içindeyken canlıdır. Sonra bir nesneye dönüşür, cansız, bazen sıcak ve yakın bir anı, bazen soğuk ve uzak, unutulmak istenen.

Her insan bir öyküdür.
Her öykü, kağıda dökülmese de, bir yazıdır.
Her yazı yazıldığında gökten üç meyve düşer, iki elma ve bir ayva.
Elmalardan birisini yazan yer, ötekisini okuyan.
Geriye kalan ayvayı yiyebilmek içindir ki, yazarla okur arasında,
bir savaştır, acımasız,
yüzyıllardır sürer gider.
Ayvayı kimin yediğiyse hiç bilinmez...

H. S.

 

 

 

Publicité
Publicité
Publicité