olmak ya da olamamak
İçinde yaşadığımız çevreden ve küçük dünyadan kendimizi soyutlamaya çalışıp, biraz daha uzaklara, biraz daha genele bakmaya başladığımızda ilginç şeyler keşfederiz. Gördüklerimiz, genellikle, nerede olursak olalım, aynı şeylerdir, hani uzaydan bakanın koca dünyayı görüp de oturduğu evi ve mahalleyi görememesi gibi.
Dünya kaynaklarının %80'i, dünya nüfusunun %20'si tarafından tüketiliyor. Kalan %80 nüfus da %20 kaynakla idare etmeye çalışıyor. Çok büyük bir olasılıkla bu yazıyı okuyan kişi olarak siz de, bilerek veya bilmeyerek, %20'lik azınlığın içindesiniz, tıpkı benim gibi. İnsanların söylemedikleri, veya bilerek söylemeyi unuttukları ayrıntılar, yakından önemsiz gibi dursa bile, biraz dikkatle bakınca, genellikle söylediklerinden daha önemlidir. Günümüzde siyaset yapanların eşit paylaşımdan söz ettiklerinde, %20'ye seslenerek, kendi paylarına düşeni, yani aslan payını, daha adil paylaşmaktan söz ettiklerini düşünüyorum. Benzer şekilde insani konulara değinirken de kırıntıların kalabalıklara daha adil dağıtılmasını anlatıyorlar, diyorum. Dünyada açlığın ortadan kaldırılması için gereken birkaç milyar dolar bir türlü bulunamazken, 2008 krizinde bankaları kurtarmak için gereken binlerce milyarın bir gecede bulunabilmesi bir rastlantı mıdır ?
Simone de Beauvoir, Sartre'ın ölümünden sonra yazdığı kitabına buna değinerek başlar. Bugün dünyada onca sefalet her an gözümüzün önüne serilirken yaşamımıza hiçbir şey olmamış gibi devam etmek ve bize sunulan tüketim toplumunun nimetlerinden sınırsız haz almaya devam etmek olası mıdır ? Pekiyi bir yerlerde birileri aç ve yemek bulamıyor diye bizim de ölüm orucuna mı girmemiz gerekir ? Gerçek, yazarın da dediği gibi, bunun arasında bir yerlerde olmalı.
Camus için saçmanın doğduğu yerdir burası. Aklımızın bize belirttiği, olması gereken bir dünya ile duyu organlarımızla algıladığımız dünya arasındaki farktır saçma. Yine Camus'ye göre insan bu “saçma”dan iki yolla kurtulabilir. Algı organlarını ortadan kaldırabilir, fizik intihar, ya da aklınızı ortadan kaldırabilirsiniz, filozofik intihar. İyi ama, intihar etmeden bunun bir çözümü yok mudur ?
Felsefeyle ilgilenmeye başlarsanız, dönüp dolanıp, çağımızın ana sorununa gelirsiniz diye düşünüyorum. “To be or not to be, that is the question”.
İnsanlar çoğunlukla kendilerini doğrudan ilgilendiren ya da ilgi alanlarına giren sorunları dünyanın merkezindeymiş gibi algılar. Pek çok kişi “ben empati yaparım”, “benden iyi empati yapan olmasın” der demesine, ama gel gör ki, olaylara kendi açısından, kendi penceresinden bakmaya da devam eder. Dünya bizim hacim olarak işgal edebildiğimiz, gidip gelebildiğimiz yerlerle sınırlı değildir. Günümüz iletişim araçları uzaktakilerle de bağ kurmamızı sağlar sağlamasına, ama aynı anda, bir de bakarsınız ki, yakındaki gerçek kişilerden uzaklaştığının ve kendisine “yakın” olanlarla iletişimi kopardığının da farkında olmaz. Hatta kimi zaman uzaktakiyle bir yakınlaşma, yakındakiyle uzaklaşma nedeni olur. İkilemlerin, tutarsızlıkların dört bir yanımızı sardığı bir çağın içindeyiz. Bu çelişkiler denizinde bir denge sağlayabilmek olası mıdır ? Nereden başlamalı ?
Kişinin yaşami bilinçlenmeyle değişmeye başlar. Bakış açısından dünyanın rengine, davranış biçiminden siyasi görüşüne bir evrimdir bilinçlenme. Uzak sanki daha yakın ve kimi zaman da yakın sanılan epey uzak gelmeye başlar.
- Seninle dost olalım mı ?
- Neden benimle dost olmak istiyorsun ?
- Bak şu buğday tarlalarının benim için bir anlamı yok, dünyanın herhangi bir yerindeki buğday tarlalarından hiç farkı yok. Ama seninle dost olursak, rüzgarda sallanan başaklar bana senin sarı saçlarını anımsatacak ve bu buğday tarlaları benim için anlam kazanacak. (St-Exupéry, küçük prens'ten)
Bir yerden başlamamız gerekir.
Belki doğru soruyu sorarak başlamak gerekir. Doğru soru sorulursa yanıt hemen her zaman sorunun içindedir.
Belki de bize gerekli olan buğday tarlalarıdır, anlamı olmayan şeylere bir anlam kazandırabilmektir...